Atomfall incelemesi
Atomfall incelemesi

Nükleer Reaktör Homurtularının Sonu
Üniversiteye başladıktan kısa bir süre sonra, kendimi istemeden de olsa devam eden bir derste buldum. Ne anlatıldığını hatırlamıyorum, ama kapıdan içeri adım attığımda yirmiye yakın insanın aynı anda bana dönüp baktığı o an hâlâ zihnimde net. Öğretmen, kaşlarını hafifçe çatıp kendinden emin bir sesle “Size yardımcı olabilir miyim?” diye sordu. Ben de karizması eksik bir Hugh Grant edasıyla özür dileyip sessizce geri çekildim. Bir daha o sınıfa dönmemekle kalmayıp, yer yarılsa da içine girsem diye düşündüğümü hatırlıyorum. Hepimiz hayatımızda en az bir kez, istemeden dahil olduğumuz o garip, kasvetli ortamların rahatsız edici havasını solumuşuzdur. Tam da bu yüzden, Atomfall’un bana bugüne kadar rastladığım en düşmanca atmosferi sunduğunu söylersem, bu size bir ön uyarı olsun.
Bu oyun, sadece suratsız NPC’lerle dolu değil; aynı zamanda kilitli bir topluluğun merkezinde kaynayan gerilimle başa çıkmanın yollarını arayan, hikâyeye gömülü bir düşmanlık barındırıyor.
İlk 10 dakikada Atomfall beni hem büyüledi hem de “Bunun sonunu görebilecek miyim?” sorusunu zihnime yerleştirdi. Kısa bir “Ben kimim ve buraya neden geldim?” introsunun ardından, oyuncuya sunulan o ikonik “açılış anı” ile oyun, yemyeşil İngiliz kırsalını, tepede bir kırmızı telefon kulübesini ve aşağıdaki dağınık bir evi gözler önüne seriyor. Gitar çalan yaşlı bir adam huzur vaat ediyor. “Ne hoş,” diyorum içimden. Fakat biraz ileride, terkedilmiş bir madenin yakınında bölgesel aksanlarıyla konuşan bir grup karşıma çıkıyor ve saniyeler içinde öldürülüyorum. Aksanlar değil, silahlar vuruyor. Tekrar deniyorum, çimenlere yatıyorum, saklanıyorum... ama yine ölüyorum. Üst üste, defalarca. Sonunda, daha temkinli — yani daha korkak — bir strateji benimsiyorum: yavaşça etrafı kolaçan edip bir sonraki bölgeye sinsice süzülüyorum.
İtiraf etmeliyim ki, ilk iki saatim tam anlamıyla bir eziyetti. Sürekli ölmek, ne yapacağımı tam olarak bilememek ve işe yaramaz silahlarla dolaşmak sinirlerimi yıprattı. Oyunun bilgi paylaşımı, doğrudan görev işaretleyicileri yerine daha çok “haritada şu bölgede söylentiler var” tarzı dolaylı ipuçlarına dayanıyor. Kulağa havalı gelse de, yoğun çatışmalar ve belirsizlik birleşince bu sistem yorucu hale geliyor.
Ve evet, sonunda zorluk ayarını değiştirdim. Rebellion ne derse desin, varsayılan ayar benim için fazlaydı. Neyse ki oyun, dövüş, hayatta kalma ve keşif zorluklarını ayrı ayrı özelleştirmenize izin veriyor. Keşfi zor bırakıp diğerlerini kolaylaştırınca oyun bambaşka bir hâl aldı. Hâlâ çokça öldüm ama en azından bu ölümler artık anlamlıydı. Oyunun gerilim atmosferini destekleyen bir mekanik de, karakterinizin kalp atış hızının kontrolü. Sık sık siper almak zorunda kalmak, tansiyonu canlı tutuyor.
Keşif yönü, oyunun asıl parlayan tarafı. Geniş alanlar, gizli geçitler, sırlarla dolu karakterler… Druidler örneğin, eski bir kalede yaşamlarını sürdürüyor ama kale, merak edenler için çok daha fazlasını saklıyor. Oyundaki ilerleme hissi, her yeni alanla birlikte daha da artıyor ve büyük bir resmi birleştiriyormuşsunuz hissi veriyor.
Yakın ve menzilli dövüş sistemleri gösterişten uzak ama yeterince sağlam. Zanaat sistemi, tonikler ve yükseltmelerle derinleşiyor ama burada Sniper Elite’teki gibi ağır çekim parça parça düşmanlar yok. Onun yerine İngiliz kırsalının loş sokaklarında, biri “DUCK WHO YOU CLUCKING DUCK” diye bağırırken gizlice geçmeye çalışıyorsunuz.
Atomfall için Fallout benzetmeleri yapılıyor, haksız da değiller ama bu oyun, post-apokaliptik Amerika yerine bir İngiliz kasabasında geçiyor — fırınlar, kiliseler, çay dükkanlarıyla. 11 saatte sonlardan birine ulaştım ama farklı yolları denemek isterseniz süre kolayca ikiye katlanabilir. Oyunun gidişatını etkileyen çok sayıda karakter ve karar var. Beş ana karakter, sizi kendi yollarına çekmeye çalışıyor. Kimin tarafını tutacağınıza karar vermek, sadece hikâyeyi değil, hayatta kalma şansınızı da etkiliyor.
Ancak oyunun kusurları da var. Görevler çoğu zaman sizi bir yere gönderip, gereken eşyayı almak için başka bir yere yollayıp sonra tekrar geri döndürmekten ibaret. Hızlı seyahat yok ve haritanın öteki ucuna yürümek bir süre sonra tahmin oyununa dönüşüyor. Neyse ki çevre tasarımı ve atmosfer, bu sıkıntıların çoğunu bastırıyor.
Bu kadar gelgitli hislerle oynadığım oyun azdır. İlk başta "bu tam bir karmaşa" diye düşünürken, şimdi başkalarına anlatmak, tartışmak ve yeniden keşfetmek istiyorum. Atomfall, türü yeniden tanımlamıyor belki ama kendine has dokusu, karakterleri ve hikâyesiyle beni içine çekmeyi başardı. Ama dürüst olayım… arada bir bana normal bir suratla bakan bir karakter görmek isterdim. Gerçekten isterdim.
Tepkiniz ne ?






